Cambly Bol Anlamlı Kelimeler Serisi 6: BRING
Anlamı ve kullanımı bol İngilizce kelimeleri incelediğimiz Cambly bol anlamlı kelimeler serisinin 6. yazısına hoşgeldiniz! Bugün yine bir fiille karşınızdayız: BRING.
Bring fiilinin temel anlamı Türkçedeki getirmek eylemiyle aynıdır: fiziksel olarak bir nesneyi bir yere, birine taşımak. Tıpkı bu cümledeki gibi:
- I brought an umbrella in case it might rain. / Yağmur yağarsa diye şemsiye getirdim.
Türkçede olduğu gibi, iş mecazi boyuta geldiğinde bir sürü farklı anlamla karşılaşıyoruz. En genel haliyle “bring” kelimesinin mecazi kullanımları bir şeyi meydana getirmek, bir halden başka bir hale geçişe sebebiyet vermek anlamlarına gelir. Şimdi bunun daha spesifik örneklerine bakalım.
- The baby brought joy to the family. / Bebek aileye neşe getirdi.
- They brought the suspect before the judge. / Sanığı hakim önüne getirdiler.
- For this recipe, you should bring the water to a boil. Bu tarif için suyu kaynama noktasına getirmelisiniz.
- Just wait 20 minutes, and the painkiller will bring relief. / Yirmi dakika bekle, ağrı kesici rahatlık verecektir.
Bir de Kelis’in 2000’lere damgasını vuran meşhur “milkshake”i var ki tüm erkekleri arka bahçeye toplamasıyla biliniyor! İşte şarkıdaki “arka bahçeye toplamak” işi, şu şekilde ifade ediliyor: My milkshake brings all the boys to the yard.
Phrasal verbs (Deyimsel fiiller)
- Bring about: yol açmak
Vitamin deficiency can bring about illnesses. / Vitamin eksikliği hastalıklara yol açabilir.
- Bring around: ikna etmek, kendine getirmek (özellikle bayılan birini)
My mom is strictly against pets but I can bring her around. / Annem evcil hayvanlara kesinlikle karşı ama onu ikna edebilirim.
- Bring along: yanında getirmek
Can I bring along a friend? / Yanımda bir arkadaşımı getirebilir miyim?
- Bring back: geri getirmek, hayata döndürmek, yeniden popülerleştirmek
Young artists are bringing 80’s music back. / Genç şarkıcılar 80’ler müziğini geri getiriyor.
- Bring down: (1) düşürmek (seviye olarak), (2) sonunu getirmek, (3) moralini bozmak
They brought the prices down for Black Friday. / Kara Cuma için fiyatları düşürdüler.
The bribery rumours might bring the government down. / Rüşvet iddiaları hükümeti düşürebilir.
Her friend’s rude remarks brought her down. / Arkadaşının kaba yorumları moralini bozdu.
- Bring forward: öne sürmek, tarihini ertelemek
The meeting was brought forward to next week. / Toplantı gelecek haftaya ertelendi.
- Bring forth: yaratmak, doğurmak
Climate change will bring forth many challenges to future generations. / İklim değişikliği gelecek nesillere birçok zorluk getirecek.
- Bring in: (1) dışarıdan birini (genelde yardım için) getirmek, (2) para getirmek
They brought in interior architects to remodel the kitchen. / Mutfaklarını yeniden tasarlamak için iç mimar getirdiler.
That project can bring in a lot of revenue to the company. / O proje şirkete epey bir kazanç getirebilir.
- Bring into (…)
– being: yaratmak, dünyaya getirmek
She brought the brand into being herself. / Markayı kendi başına yarattı.
– view: görünür kılmak
The document brings marginalized lives into view. / Belgesel marjinal hayatları görünür kılıyor.
– play: işin içine dahil etmek, bir amaç için çalıştırmak, devreye sokmak
They brought the EU into play to speed things up. / İşleri hızlandırmak için AB’yi devreye soktular.
– line: hizaya sokmak, itaat ettirmek
The new teacher brought the class into line. / Yeni öğretmen sınıfı hizaya soktu.
- Bring off: zor bir şeyi başarmak, altından kalkmak
She worked so hard and managed to bring it off. / Çok çalıştı ve işin altından kalkmayı başardı.
- Bring out: ortaya çıkarmak, dikkate sunmak
That color really brings your eyes out. / Bu renk gözlerini epey ortaya çıkarıyor.
- Bring (someone) up: birini yetiştirmek
My mother brought us up to be very disciplined. / Annem bizi çok disiplinli yetiştirdi.
- Bring (something) up: bir konuyu dile getirmek
I wasn’t expecting you to bring that problem up. / O sorundan bahsetmeni beklemiyordum.
Bu yazıdan öğrendiklerini hemen Cambly’de ana dili İngilizce olan, kendin seçeceğin bir eğitmenle muhabbet ederek kullan!
Idioms
- Bring (somebody) down to earth: gerçeklerle yüzleştirmek, ayaklarını yere bastırmak
She was dreaming about a long trip to Europe and seeing her bank account brought her down to earth. / Uzun bir Avrupa seyahati hayali kurarken banka hesabını görmek onu gerçeklerle yüzleştirdi.
- Bring home the bacon: eve ekmek getirmek, geçimini sağlamak
I work 40 hours a week to bring home the bacon. / Ekmeğimi kazanmak için haftada 40 saat çalışıyorum.
- Bring it on: “gönder gelsin”, “görelim bakalım”, zor bir durum karşısında özgüven belirtir
You think you can beat me at this game? Bring it on. / Bu oyunda beni yenebileceğini mi düşünüyorsun? Görelim bakalım.
- Bring the house down: bir kitleyi çok eğlendirmek, kırıp geçirmek
Her standup performance brought the house down. / Standup performansı seyirciyi kırıp geçti.
- Bring (someone) to (their) feet: seyircileri ayağa kaldırmak, çok alkış almak
Lebron’s incredible play brought the crowd to their feet last night. / Dün gece Lebron’ın muhteşem oyunu seyirciyi ayağa kaldırdı.
- Bring (someone) to (their) knees: diz çöktürmek, itaat ettirmek
She could bring the whole room to their knees with one look. / Bir bakışıyla odadaki herkese diz çöktürebilirdi.
- Bring (one’s) A-game: en iyi performansını sergilemek
On Monday she had a critical presentation, so she brought her A-game. / Pazartesi günü kritik bir sunumu vardı, bu yüzden elinden gelenin en iyisini yaptı.
- Bring to an end: son vermek
I need to bring late night snacking to an end. / Gece geç saat atıştırmalarına bir son vermeliyim.
- Bring tears to someone’s eyes: ağlatmak, gözlerini doldurmak
The emotional speech at the funeral brought tears to his eyes. / Cenazedeki dokunaklı konuşma gözlerini doldurdu.
- Bring to mind: hatırlatmak, akla getirmek
The song brought to mind my childhood memories. / Şarkı çocukluk anılarımı aklıma getirdi.
- Bring to life: hayata döndürmek, canlandırmak
Bu deyimin örnek kullanımı Evanescence’tan gelsin:
- Bring to light: açıklığa kavuşturmak, aydınlatmak
The song brought to mind my childhood memories. / Şarkı çocukluk anılarımı aklıma getirdi.
- Bring (oneself) to (do something): istenmeyen bir işi yapmaya kendini ikna etmek
There were dust balls everywhere but I couldn’t get myself to clean up. / Her yerde toz topakları vardı ama kendimi temizlik yapmaya ikna edemiyordum.
- Bring (something) to the table: (1) katkıda bulunmak, sunmak (2) bir konuyu gündeme getirmek, masaya yatırmak
The interns brought fresh perspectives to the issue. / Stajyerler konuya taze bakış açıları getirdi.
Gender inequality in the office was brought to the table. / Ofiste cinsiyet eşitsizliği masaya yatırıldı.
- Bring (someone) to (their) senses: aklını başına getirmek
Losing his phone on a crazy night out brought him to his senses. / Çılgın bir gece çıkmasında telefonunu kaybetmek aklını başına getirdi.
- Bring (someone) up short: aniden yarıda kesmek, durdurmak
Her work was brought up short by a loud scream coming from the hall. / Koridordan gelen yüksek bir çığlık işini yarıda kesti.
- Bring up the rear: arkadan gelmek, bir grubun veya sıranın arkasında olmak
I sprained my ankle on the way and had to bring up the rear. / Yolda bileğimi burktum ve geriden gelmek zorunda kaldım.
Bu yazı size Cambly Ekibi tarafından hazırlandı. Cambly’yi ücretsiz denemek için hemen tıkla!